Aramak

Elçi

Sordu, kalabalıklar arasındaki devrik boyunlu, üzgün genç:

– Söyle, kürsüyü kaplayan dağdaki berduş ruh: Hakikat nedir? Arayışla mı, vazgeçişle mi mümkün? Katarak mı daha çok, yoksa eksilterek mi belirir? Ona ulaşmak için yolu da kat anlatacaklarının arasına. Yol, üzerinde yürüyecek olana ne verir, ondan ne kadar alır?

Cılız gövdesi titriyordu. Göğü kaplayan bulutların gölgesinden sıyrılmadan yüzünü döndü gence, ihtiyar. Alnına ve göz kenarlarına derin izler açan yılları birer ok gibi fırlattı göğsüne gencin. Elindeki baston ve sırtındaki kalın yünden abası ile biraz daha büyüdü bulunduğu tümseğin üzerinde. Bir eli göğe yükseldi ve gri örtünün ışığını boğmaya çalıştığı güneşi gösterdi işaret parmağı.

– Unutmak, dedi perdeli bir sesle, unutmak için uyutmak!

Şimdi daha dikti göğsü. Derin, ritimli soluyordu. Konuşmadan, daha az titreyerek, kalabalıkta basit bir izden farksız, sabit bakışlarını ihtiyardan ayırmadı, genç. Yakası geniş, kolları yıpranmış gömleğinin içinde kıpırdayan bir mum aleviydi. Her yandan, derinden ve silik kıpraşan gölgelere dönmüştü kalabalık. Sanki kendisiyle ihtiyar arasında açılan bir geçit vardı. Maddeden manaya uzayan, genişleyen bir koridor. Bunu düşünüp derin nefes aldı. Bir daha konuşacakken silkinişini fark etti, ihtiyarın. Silkinip kendisine uzanan kanatlarını... “Unutarak varacaksın hakikate.” dediğini düşündü ihtiyarın. “Dünya unutulmamış bir kütle ise ruhunda, hakikat orada olmayacaktır.” Yüzünde tebessüm. Nice sonra irkilerek uyandı uykusundan genç. Artık daha az duyulur olmuştu kalabalığın sesi. İçindeki yalnızlık bulutunun gölgesi de azalmaya başlamıştı. Korkuları dağılmış, ümitleri tazelenmeye durmuştu. İçten, derin bir soluktu şimdi yaşamak. Başını önüne eğip bir yaprak gibi titredi ihtiyarın önünde. Benlik ağacının, her biri bir ağaca dönüşmüş dallarını budamaya başlamaya koyuldu.

– Kelimeyi anlat, dedi kalabalıkta kıpırdayan bir gölge. Güneş onu Ağustos yelinde kuru bir ot gibi sarsıyordu.

– Susmaktır, dedi buyurgan bir sesle. Biraz hüzün, biraz sitem katışıktı bu ihtiyar sese: Sustukça çağlamak! Yok denilene çok mana katacaksan şayet. Aşabilmek, harflerin sınırlarını.

– Kalabalık?

– Sana “üzeri kalın çizgilerle bezenmiş gömlekli adam” dediğimde duymamandır. Yitirilmesidir özel olanın; anlaşılmanın, kavrayış gücünün tekil kudretinin... Bir arada ve hiç; sayıların tükenişinin başlangıcı... Serazat ruhların beden yükleri altında ezilişi... Kendi bileşenleri arasındaki çarpışmadır.

Başındaki sarığı omzuna dökülmüştü. Rüzgâr bu eski, ince bezi usulca titretiyordu. Bir sütun gibi dikiliyordu tümsekte.

Kalabalıktan bir alın yükseldi, uğultu bir an kesildi ve bir soru delip geçti üstlerindeki boşluğu:

– Peki ya yalnızlık?

Kitaplar dolusu bir soru sorduğundan emin, keskin baktı muhatabına. Belli ki, okuduklarının ve okuyacaklarının çokluğu koca bir güveni şişiriyordu kalbinde. “Saklı bir cehaletin kendini inkâr sütunları arasında mahpus” diye tarif edilebilecek bir güvendi bu.

İhtiyar adam elindeki asayı iki defa yere vurdu, çıkan iki tok sesle adeta kalabalığı aşan bir noktaya vardı.

– Aynı sesi vermeyi gaye edinmiş çokluk korosunun tekilliğinden uzaklaşmak, sözleri hafif, büyülü bir mırıltıydı. Devam etti:

– Hakikat arayışının meşalesi. Dünyanın yalancılığından yenilen ilk kamçı. Soruların ve cevapların ertelendiğinin ayırdına varmanın kıvılcımı. Tutuşmaya başlamak. Parça parça eksilirken ötelerde edindiğin yurtta inşa olabilmek. Sırtındaki ölümlülük hırkasının tutuşması, hiçliğe yolculuk. Bir lokma bir hırka, diyebilmen. Diyar diyar, insan insan, varlık varlık bir yokluğa gark olmak ve bilinenlerde kaybolmak. Kendinde başka başka benlikler bulmak ve her başkada yeniden kendin olmak. Uykusuzluk! Uyanıkken hakiki varlığın ve o nispette acziyetinin seyrine dalabilmen.

Başka bir boyuttan konuşuyormuş gibi, asasını yere vura vura, sanki bir kayboluşla sıralıyordu cümlelerini. Sanki “Anlayın!” diyen bir feryattı, sözleri.

– Peki, kul olmak?

Kalabalığın içinde dizleri üzerine çökmüş bir adamcağızdan inilti gibi yükseldi bu soru. “Cevabını kul olanın da verebileceği bir soru sormaktı niyetim.” derken, adamın alnında kendisini çağıran bir toprak kokusu yayılıyordu. Her an kapaklanmaya meyilliydi toprağın susuzluğuna. Kimseye bakmıyordu, kimsenin de ona bakmadığına dair bir hissiyata sahip olduğu her halinden belliydi.

İhtiyar adam etkileyici bir sükûnetle karşıladı soruyu ağır ağır anlatmaya başladı:

– Bir neticeye uzanan tüm düşüncelerden arınmaktır kulluk. Kendi ben kafesinden çıkıp uçmak. Kendinde yok olurken sonsuzluğa doğmak. Daha yokluk iksirini içerken içen ben’den geçip içiren O’na bağlanmak. Sen’i O’nda eritmek. Hakikatte olmayan hiçbir şeye nispet olunmamak. Durmak ve gitmek arasında kalmak, ama ikisinden de arınmaktır. Bu yolun yolcusu olabilmişlerin safında, bir mürşidin elinde “ben” ile manayı bir kefeye sığdırmaktan hayâ etmektir; benlikten hayâ etmek. Kendini bilmenin kaybolmaktan geçtiğini anlamaktır. Anlamanın mana verebilmekle değil, bütün manaların sahibine gönül kulağını açmak olduğunu idrak edebilmektir. Bildiklerini unutmak ve unuttuklarında dahi kendini bulamayacağını bilmektir. Kul olmak hakikattir. Hak’tan gelenin Hakk’a yolculuğunu sezmektir. Bütün çokluğun tek kıvılcımla göğe savruluşunun ardından toprağa kapanmaktır. Ayakların bastığı yerde aramaktır varlık sırrını. Kulluk yakarıştır. “Duanız olmasaydı ne kıymetiniz olurdu” müjdesinde bulmak ve olmaktır. Bunda dahi varlık bulma hissine kapılmamaktır. Kulluk kalbin sırrıdır. Ve sır, sahibinin emanetidir.

İhtiyar adam sustu. Başları önlerine düşmüş kalabalık meydanı boşaltırken kalkan tozun kapladığı bedeni rüzgârda tozla birlikte silinip gitmişti. Şimdi kimsecikler yoktu. Cılız bir kalem, her biri duaya durmuş silik harfler ve bir âh... Kulluktu bunun adı.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy