Aramak

SİMİTÇİ

Elleri titreyerek oturduğu bankta iki yana salındı. Mavi göğü, mavi denizi içine çekti, orada öylece kalmalarını istedi. Kışa nispet eden bu Haziran gününün artık akşama ağan saatini uzatmak istiyordu. Dalgaları kıyıya çarpan sert rüzgârın karşısında büzüşerek montunun önünü kapatıp elleriyle kollarını sardı. Dertop olmuş bedenini dünyaya kapatır gibiydi. Yüzüne çarpan rüzgârla daha da uzaklaştığını hissetti dünyadan. Uzayan, genişleyen bir zamanda geçmişi olmayan yitik bir varlık olduğunu hissedinceye değin böyle devam etti. Akşam hışımla geliyordu üzerine. Yaşadığı kalabalık şehrin kıyısında bir yitikti o.

Herkesten kaçsa da iç seslerinden kaçamıyordu. “Bu şehrin kıyısında bir yitik olmalıyım ben” dedi dalgalara karşı. Fakat diğer ses bu hükmün sıradanlığını söyledi ona. Kim bilir sadece şu an kaç kişi böyle düşünüyordur. “Öyleyse ben de insanlardan bir insan olmalıyım” dedi kendi kendine. Sonra ciğerine doluşan rüzgârı dışarı savururcasına “Hayır!” diye gürledi. “Ben milyonlarcasından farksız bir varlık olamam! Kaç kişinin dünyası içimdeki dünyaya benzer?”

Bir ara kaybettiği eşini düşündü. Nerede olduğunu bilmediği oğlunu ardından. Ayrılmak zorunda kaldığı işini. Varmak istedikleri ile varabildikleri arasındaki uçurumu.

İç sesleri, sıradanlığı ile özel oluşu arasında bir tartışmaya tutuşmuş gibiydi. “Sen,” dedi rüzgâra karışan mırıltıyla “Küçük bir adamsın. Hayata ne katıyorsun mesela? Sen olmasan ne eksilir hayattan? Kim için vazgeçilmezsin? Nasıl bir boşluk doluyor seninle? Ne vasfın var ki?”

“Hayır! Varsam, yaratılmışsam demek ki Yaratan bana değer vermiş. Bu halimle de olsa var olmamı istemiş. Bu az bir şey mi?”

Başını göğe kaldırıp, birbirine karışarak büyüyen gri bulutlara daldı. Bir zamansızlık ve mekânsızlık haline kendini bırakmışken bir sesle irkildi. Anlık bir tereddütten sonra başında dikilen adamdan yana dönüp “Bir şey mi istediniz?” dedi. Adam iki eliyle tuttuğu tepsiyi gösterip “Simit beyim, simit ister misin?” diye sordu. Ancak o vakit simitle dolu tepsiyi fark edebildiğine şaşırmadan “İstemem!” diyebildi. Adam kımıldamaksızın derin bir soluk alıp “Ama istemelisin beyim” dedi tuhaf bir kendinden emin olma haliyle.

Hiç beklemediği bu tavır karşısında toparlanıp, oturduğu banktan adama biraz daha yöneldi. Bir şey diyebilmek için kendini ne kadar zorlasa da uygun kelimeleri bulamadı. Suskun, şaşkın, soru dolu bakışlarla yine adamdan bekledi hamleyi. Bir simit mi uzatacaktı. Ya da gömüldüğü boz bulanık sisi dağıtacak, elinden tutup içinden çıkartacak başka bir şey, bir bilgelik...

Adam onu anlamış, anladığından emin olmuş bir edayla sakince konuştu: “Sen beyim, bir insansın madem, öyleyse vazifen istemektir. Bir simit yahut bir dua. Tanımadığın birinden de olsa. Beyim, karnın açken istemen gereken bir simitse, cevaplara muhtaçken de her şeyi bilene, görüp gözetene yönelmen gerekir.”

“Ama...” diyecekti ki adam tepsiden bir simit alıp ona uzattı. “Bu beyim, benim gibi bir simitçinin verebileceği. Dahasını sen kalkıp arayacaksın.” dedi ve yürüyüp gitti. Dur diyemedi. Elinde simit, öylece kalakaldı.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy