Güneşi ensesinde hissetti. Dermansız dizleri ve aç karnı inceden inceye sızılıyordu. Yol uzun, hedef çetindi. Evde hasta bir ana ve iki kız kardeş onun yolunu gözlerken bu ıstırap daha bir anlam kazanıyordu. Amansız bir mücadelenin içinde bir garip yetimdi o. Her dönüş böyle çetin olurdu. Dünya bir değirmen gibi sıska gövdesini öğütürken bazen kendisini de şaşırtan bir sesle inlerdi. Babasından öğrenmişti bütün bir hayatın imtihan olduğunu. Daha bir çocukken hasta yatağında titreyen ellerini son kez tutarken de babasının öğüdü bu olmuştu: “Onun peşine kapılıp gitme oğlum. Sen onun değil, o senin olmadıkça sakın. İmtihan oğlum... Anan, bacıların sana emanet...” Belki başka şeyler de söyleyecekti ama başı anasının kollarına düşüvermişti. Bir sızı çığlığa dönüşüp nasıl çarpmıştı toprak sıvalı evin duvarlarına. Haykırmak, çıldırmak, kaçmak, koşmak, ölmek yahut sormak birer birer yığılıvermişti şuncacık aklına. Babasının uçurtma yapışı, kâğıt parçalarından gökte süzülen rengârenk bir kuş ortaya çıkarması gelmişti aklına. Kur’an kursuna elinden tutup ilk götürüşü sonra. İlk önlük, ilk çanta... İlk evin erkeği oluşu. Daha nicesi... Bırakacaktı çaresiz okulu. Irgatlık, çıraklık, yamaklık derken, her gün eve giden bir ekmek olacaktı illâ ki. Oldu da... Her sabah gün doğmadan namaz için soluğu camide alması gerektiğini söyleyen bir ruh ona eşlik etti evvela. Sonra abdestsiz sokağa çıkmamak... Anayı kutsal emanet sayıp, eline ayağına sarılıp, mutluluğu onun gözlerinde bulmak sonra. Eli alın terinin karşılığıyla dolu geldikçe, ona ümit bağlamış kız kardeşlerin gözlerindeki ışıltı bütün diplomalardan güzeldi nasılsa. Bugün de öyle olacaktı. Sırtında kışlık odun çuvalı ile yürüyor Ağustosun yalazında. Göğsünün orta yerinde bir garip gurur yükünü hafifletiyor. Anasının, bacılarının azığı, ihtiyaçları var o çuvalın ağırlığında. Biliyor ki, karakışlarda diz boyu karın sardığı o toprak sıvalı, baba eli değmiş ev bu odunlar sayesinde sıcak bir yuva olacak. “Yorulmadın!” diyor içinden bir ses. Anasının sobanın üzerinde pişirdiği patatesin sıcak, tuz serpilmiş tadı sızıyor bir yerlerden damağına. “Ha gayret!” deyip daha bir sarılıyor çuvalın el izi yapmış ağzına. İçinde iyiden iyiye coşan bir küheylan... Anasının “Oğul, her anaya nasip midir senin gibisi?” deyişi yankılanıyor. Fakat yol uzuyor sanki. Ağustos taşı toprağı, börtü böceği yaman bir kuşatmaya almış gibi. Anasının öğrettiği ve nice vakittir yatmadan evvel okudukları salâvatları saldı diline. Önce mırıldanarak, sonra daha duyulur bir sesle... O salâvatları gönderdiği yetim Nebî’yi düşündü. Kollarını o vaktinden evvel yorulmuş vücuduna sımsıkı doladığını, terli başını mübarek göğsüne bastırdığını hayal etti. Sırtındaki yükü unuttu, hafifledi, serinledi. Ruhunun kanatlanıp uçtuğunu hissetti. Bir ara tuhaf, tarifsiz, garip huzurla insanın içini dolduran bir ışık görür gibi oldu semada. Hayal mi, gerçek mi ayırt edemedi. Sadece başını göğe kaldırıp ışığı içine çekti. Neden sonra sırtındaki yükü, yolu, yorgunluğunu yeniden hissetti. Fakat az önceki halin bıraktığı huzur, hüzün, coşku, özlem hepsi bir oldu, kalbinin derinliklerinde bir dua yumağına dönüştü. Durdu ve mırıldandı: “Merhameti sonsuz Rabbim. Yetim çocukların duamasını kabul buyuran Rabbim; bir çift kanat... O yetim Nebî’nin yoluna uçayım. Bir çift kanat ver ya da bir yol aç. Yorgunluğumu bakışlarında dinlendireyim. Alnımın ateşini O’nun dizlerinde söndüreyim. Âmin.” Evlerine dönen yol ayrımını geçti usulca. Bilir bilmez geçti. Önünde kalan yol iki yanı ağaçlarla kaplı, sol tarafta öbek öbek mezarlar... Ne vakit buradan akşam karanlığında geçse Ayetel-Kürsî yetişirdi ürpertisine. Sonra bir Fatiha üç İhlâs gelirdi. Büyüyüp aklı yetmeye başladığında “lâ tahzen, innallâhe meanâ” diyerek yürüdü. Mağaradaki Dost’un bu tesellisi, babasının hayaliyle önüne düşer, parlak bir fener olurdu.